soğuk savaş nedir
İçindekiler
Hiç okulda veya mahallede birbiriyle konuşmayan, sürekli rekabet halinde olan ama asla kavga etmeyen iki popüler çocuk oldu mu? Herkesin “Acaba bugün ne yapacaklar?” diye merakla izlediği, etraflarına kendi arkadaş gruplarını toplayıp sürekli bir güç gösterisi yaptığı o gergin ortamı hatırlıyor musunuz? İşte Soğuk Savaş, tam olarak bu durumun ülkeler versiyonu, ama çok daha büyük ölçekli ve çok daha tehlikelisiydi. İki süper gücün, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin, yaklaşık 45 yıl boyunca birbirlerine direkt olarak tek bir kurşun bile sıkmadan, tüm dünyayı nasıl bir satranç tahtasına çevirdiğinin hikayesi bu.
Bu gergin ortam, yalnızca iki süper gücün çatışması değil; aynı zamanda kapitalist Batı ile komünist Doğu’nun dünya üzerinde nüfuz mücadelesidir. ABD önderliğindeki NATO ile Sovyetler’in başını çektiği Varşova Paktı, iki kutuplu bir dünya düzeni yaratmış ve birçok ülke bu kutuplardan birini seçmek zorunda kalmıştır. Bu dönem, ideolojik propaganda savaşlarının da en yoğun yaşandığı dönemlerden biridir.
Bu gerilim, nükleer silahların yaygınlaşması ve dünyanın birçok bölgesinde yaşanan krizlerle daha da tırmanmıştır. Kore Savaşı, Küba Füze Krizi, Vietnam Savaşı ve Afganistan’daki Sovyet işgali gibi olaylar Soğuk Savaş döneminin sembol çatışmaları arasında yer alır. Ancak tüm bu çatışmalara rağmen, ABD ve Sovyetler Birliği doğrudan bir sıcak savaşa girmemiştir.
Gelin, filmlere konu olan bu inanılmaz dönemin perdesini aralayalım ve “Soğuk Savaş” denilen bu garip ama bir o kadar da önemli olayı tüm yönleriyle, samimi bir dille anlayalım.
Soğuk Savaş’ın kökenlerini anlamak için zamanda biraz geriye, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna gitmemiz gerekiyor. O büyük savaşta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyetler Birliği (SSCB), ortak bir düşmana, yani Hitler‘in Nazi Almanyası’na karşı aynı safta, müttefik olarak savaştılar. Ancak bu, “mecburi bir arkadaşlıktı”. Ortak düşman ortadan kalkınca, bu iki dev gücün arasındaki derin ideolojik ve politik farklılıklar su yüzüne çıkmaya başladı. Bir yanda kapitalizmi, liberal demokrasiyi ve bireysel özgürlükleri savunan ABD; diğer yanda ise komünizmi, tek parti yönetimini ve kolektif yaşamı savunan SSCB vardı. Bu iki sistemin bir arada barış içinde yaşaması pek de mümkün görünmüyordu.
Savaşın bitimiyle birlikte Avrupa adeta bir harabeye dönmüştü ve bu enkazın üzerine kimin kendi düzenini kuracağı kavgası başladı. Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa’daki ülkelerde komünist rejimlerin kurulmasını destekleyerek kendine bir “tampon bölge” oluşturmaya çalıştı. Bu durum, Batı’da büyük bir endişe yarattı. Eski İngiltere Başbakanı Winston Churchill‘in meşhur “Demir Perde” konuşması, tam olarak bu durumu özetliyordu. Churchill, Avrupa’nın ortasına Sovyetler tarafından adeta bir demir perde çekildiğini ve bu perdenin arkasında kalan ülkelerin özgür dünyadan koparıldığını söylüyordu. Bu konuşma, Batı’nın Sovyet tehdidini ne kadar ciddiye aldığının ilk sinyaliydi.
ABD ise bu duruma seyirci kalamazdı. “Truman Doktrini” adı verilen bir politika ile komünizmin yayılmasını engellemek için askeri ve ekonomik yardım yapacağını duyurdu. Yani, “Eğer bir ülke komünist tehdit altındaysa, biz oradayız!” diyorlardı. Bunun en somut adımı ise “Marshall Planı” oldu. ABD, savaşta yıkılan Avrupa ülkelerine milyarlarca dolarlık ekonomik yardım yaparak hem onların yeniden ayağa kalkmasını sağladı hem de komünizmin bu ülkelerde zemin bulmasını engelledi. Sovyetler ise bu hamleyi, ABD’nin Avrupa’yı parayla satın alma girişimi olarak gördü ve reddetti.
Askeri alanda da saflar netleşmeye başladı. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri, olası bir Sovyet saldırısına karşı ortak bir savunma örgütü olan NATO’yu (Kuzey Atlantik Paktı Teşkilatı) kurdular. Buna karşılık olarak Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri de kendi askeri paktları olan Varşova Paktı‘nı kurdu. Artık dünya resmen iki askeri kampa bölünmüştü. Bir tarafta NATO, diğer tarafta Varşova Paktı. İki taraf da sürekli silahlanıyor, gövde gösterisi yapıyor ve birbirine karşı üstünlük kurmaya çalışıyordu.
Son olarak, nükleer silahların varlığı bu gerilimi bambaşka bir boyuta taşıdı. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Japonya’ya atom bombası atması, dünyaya yeni bir süper güç olduğunu göstermişti. Ancak çok geçmeden, 1949’da Sovyetler Birliği de kendi atom bombasını denedi. Artık iki tarafın elinde de dünyayı defalarca yok edebilecek güçte silahlar vardı. Bu durum, “Dehşet Dengesi” olarak adlandırıldı. İki taraf da birbirine saldırmaktan korkuyordu, çünkü bir nükleer savaşın kazananı olmayacağını biliyorlardı. İşte bu korku, savaşın neden “soğuk” kaldığının en temel açıklamasıdır.
Soğuk Savaş, doğrudan bir çatışma olmasa da, dünyanın farklı yerlerinde patlak veren “vekalet savaşları” ve büyük krizlerle doluydu. Bu dönem, adeta dev bir satranç oyununa benziyordu ve her hamle, dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getirebiliyordu.
Vietnam Savaşı ise Soğuk Savaş’ın en uzun ve en yıpratıcı vekalet savaşı oldu. Tıpkı Kore gibi, komünist Kuzey Vietnam ile ABD destekli Güney Vietnam arasında yaşanan bu savaş, ABD için tam bir bataklığa dönüştü. Yıllarca süren çatışmalar, büyük can kayıpları ve savaş karşıtı protestolar, ABD’nin savaştan çekilmesiyle sonuçlandı ve Vietnam komünist bir rejim altında birleşti. Bu savaş, bir süper gücün bile her zaman istediğini alamayacağını ve Soğuk Savaş’ın ne kadar maliyetli ve kanlı olabileceğini gösterdi.
Bu büyük krizlerin yanı sıra, Soğuk Savaş aynı zamanda bir “uzay yarışı” demekti. 1957’de Sovyetlerin Sputnik uydusunu uzaya göndermesiyle başlayan bu yarış, iki süper gücün teknolojik üstünlük mücadelesine dönüştü. Sovyetler uzaya ilk insanı (Yuri Gagarin) göndererek öne geçse de, ABD 1969’da Apollo 11 ile Ay’a ilk insanı (Neil Armstrong) indirerek yarışta en büyük zaferi kazandı. Bu yarış, askeri bir gerilim olmasının yanı sıra, bilim ve teknolojide inanılmaz atılımların yaşanmasını da sağladı.
Her uzun soluklu hikayenin bir sonu olduğu gibi, yaklaşık 45 yıl süren Soğuk Savaş’ın da bir sonu vardı. Peki, dünyayı ikiye bölen bu demir perde nasıl oldu da yıkıldı? Bu sonu hazırlayan birkaç önemli faktör var. Bunların başında Sovyetler Birliği’nin yaşadığı derin ekonomik sorunlar geliyordu. Yıllar süren silahlanma yarışı, uzay programları ve dünyanın dört bir yanındaki komünist rejimlere yapılan yardımlar, Sovyet ekonomisinin belini bükmüştü. Halkın temel ihtiyaçları karşılanamazken, devasa paralar askeri harcamalara gidiyordu. Bu durum, sistemin artık sürdürülemez hale geldiğinin en net göstergesiydi.
1985 yılında Sovyetler Birliği’nin başına Mihail Gorbaçov‘un geçmesi, sonun başlangıcı oldu. Gorbaçov, çökmekte olan sistemi kurtarmak için iki önemli politika başlattı: “Glasnost” (Açıklık) ve “Perestroyka” (Yeniden Yapılanma). Glasnost ile siyasi tartışmalara ve eleştirilere daha fazla izin verilirken, Perestroyka ile ekonomide liberalleşme adımları atılmaya çalışıldı. Ancak bu reformlar, sistemi kurtarmak yerine çöküşü daha da hızlandırdı. Yıllarca baskı altında tutulan halklar, bu yeni özgürlük ortamında bağımsızlık taleplerini daha yüksek sesle dile getirmeye başladılar.
Doğu Bloku ülkelerinde de halk hareketleri artmaya başladı. Polonya’da, Macaristan’da ve diğer Varşova Paktı üyelerinde insanlar sokaklara dökülerek komünist rejimlere karşı reform ve özgürlük talep ettiler. Bu dalganın zirve noktası ise 9 Kasım 1989‘da yaşandı. O gün, Soğuk Savaş’ın en somut sembolü olan Berlin Duvarı’nın yıkılması, tüm dünya tarafından canlı yayında izlendi. Duvarın iki yanındaki Almanların sevinçle birbirlerine sarılması, sadece iki Almanya’nın değil, kutuplaşmış bir dünyanın da yeniden birleşme umuduydu. Bu olay, Soğuk Savaş’ın fiilen bittiğinin ilanı gibiydi.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından Doğu Avrupa’daki komünist rejimler bir bir domino taşı gibi devrildi. Çok geçmeden, bu bağımsızlık rüzgarı Sovyetler Birliği’nin kendi içindeki cumhuriyetlere de sıçradı. Baltık ülkeleri, Ukrayna, Gürcistan ve diğerleri bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Gorbaçov’un tüm çabalarına rağmen merkezi otorite dağılıyordu. 1991’deki başarısız bir darbe girişimi, Sovyetler Birliği’nin tabutuna çakılan son çivi oldu.
Nihayetinde, 25 Aralık 1991’de Mihail Gorbaçov televizyona çıkarak görevinden istifa ettiğini ve Sovyetler Birliği’nin resmen dağıldığını açıkladı. Kremlin’deki kırmızı Sovyet bayrağı indirilerek yerine Rusya Federasyonu bayrağı çekildi. Böylece, 45 yıl boyunca dünyayı titreten, iki neslin hayatını şekillendiren, nükleer savaş korkusuyla insanlığı diken üstünde tutan Soğuk Savaş dönemi resmen sona ermiş oldu.
Sonuç olarak soğuk Savaş, ardında hem enkazlar hem de dersler bırakan dev bir parantezin kapanmasıydı. Bu dönem sona erdiğinde, dünya tek kutuplu bir hale geldi ve ABD, tek süper güç olarak kaldı. Ancak bu “yeni dünya düzeni” de kendi sorunlarını beraberinde getirdi. Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan otorite boşluğu, dünyanın farklı yerlerinde yeni çatışmaların ve istikrarsızlıkların fitilini ateşledi.
Yine de Soğuk Savaş’ın bitişi, nükleer imha tehdidinin büyük ölçüde ortadan kalkması ve milyonlarca insanın özgürlüğüne kavuşması demekti. Bugün yaşadığımız dünyanın siyasi, teknolojik ve kültürel kodlarını anlamak için Soğuk Savaş’ı bilmek, o dönemin gerilimini ve mirasını hissetmek gerçekten çok önemli. Ne de olsa tarih, tekerrür etmese bile kesinlikle kafiyelidir.
Günümüz iş dünyasında, o hayalindeki pozisyona ulaşmanın, uluslararası bir projede yer almanın veya sadece bir…
Bazı insanlar düzenli ve sakin hayatı severler. Onlar için önceden planlanan şeyler güzeldir. Bugünkü kitabın…
Ticari faaliyetlerin içinde biraz da olsa bulunan herkes bu işlerin zorluğunu bilir. İşletmeni büyütmek, yeni…
Türkiye gibi çalışması görece zor ülkelerde yaşayan bizler, iş ve özel hayat arasında o hassas…
Dijitalleşen dünyada yabancı lisan bilmenin önemini bildiğiniz için buradasınız. Artık bu konuya değinmeye ihtiyaç bil…
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde mülk sahibi olmanın zorluğunu tartışmaya gerek yoktur. "Bu devirde ev…