İçindekiler
Hayatın koşturmacası içinde, sabah alarmları, toplantı notları ve bitmeyen “yapılacaklar listeleri” arasında zamanın nasıl aktığını fark etmiyoruz bile. Peki ya zaman sizin için sınırsız bir nehir değil de, damla damla tükenen ve sonu kesin olarak belirlenmiş bir kum saati olsaydı? Victor Hugo, dünya edebiyatının en sarsıcı eserlerinden birinde bizi tam olarak bu soruyla baş başa bırakıyor. İsmini, suçunu ve geçmişini bilmediğimiz bir adamın zihnine hapsolduğumuz bu eser, sadece bir idamın değil, bir ruhun adım adım parçalanışının kronolojisidir.
Hugo, henüz 26 yaşındayken kaleme aldığı Bir İdam Mahkûmunun Son Günü isimli başyapıtla, okuyucuyu sadece bir izleyici olmaktan çıkarıp, o soğuk hücrenin bir parçası haline getiriyor.
1829 yılında yayımlandığında Fransa’da büyük bir infial yaratan bu roman, aslında politik ve insani bir amaç taşıyordu: İdam cezasının vahşetini göstermek ve bu cezanın kaldırılmasını sağlamak. Hugo, bunu yaparken hukuk kitaplarının soğuk diliyle değil, edebiyatın kalbe işleyen gücüyle hareket etmiştir. Kitapta mahkûmun işlediği suça dair hiçbir detayın verilmemesi tesadüf değildir; yazar, okuyucunun “Ama o da bunu hak etmiş” diyerek vicdanını rahatlatmasını istemez. Odak noktası suçlu değil, cezanın kendisidir. Bu, okuyucuyu saf bir insanlık sınavıyla, çıplak bir vicdan muhasebesiyle karşı karşıya getirir.

Bir insanın hayattaki son saatlerini, dakikalarını ve saniyelerini sayarken hissettiği o yoğun psikolojik baskıyı okumak, sahip olduğumuz zamanın ve özgürlüğün değerini bize en sert kariyer koçundan daha iyi anlatır. Hazırsanız, Bicêtre Hapishanesi‘nin rutubetli duvarları arasına giriyor ve insan ruhunun en karanlık ama bir o kadar da öğretici dehlizlerine iniyoruz.
Eserin Arka Planı ve Hugo’nun Büyük Mücadelesi
Victor Hugo, Romantizm akımının en güçlü temsilcisi olmasının yanı sıra, yaşadığı dönemin en aktif entelektüellerinden ve insan hakları savunucularından biridir. “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”nü yazdığı dönemde Fransa’da giyotin, halkın toplanıp izlediği vahşi bir eğlence aracı gibi kullanılıyordu. Hugo, Paris’in meydanlarında toplanan kalabalığın, bir insanın canının alınmasını bir tiyatro oyunu gibi izlemesinden duyduğu tiksintiyi ve dehşeti bu esere yansıtmıştır. Onun için idam, “toplumun, bir bireye karşı işlediği soğukkanlı bir cinayet“ten başka bir şey değildi.
Kitabın önsözünde Hugo, amacının sanat yapmak değil, bir tez savunmak olduğunu açıkça belirtir. Ancak ortaya çıkan eser, edebi açıdan o kadar güçlüdür ki, bir “tez romanı” olmanın çok ötesine geçer. Hugo, idam cezasının geri dönüşü olmayan bir hata olduğunu, hiçbir insanın başka bir insanın yaşam süresine karar verme hakkına sahip olamayacağını savunur. Eser, yayımlandığı günden itibaren sadece Fransa’da değil, tüm dünyada hukukçuların, sosyologların ve psikologların başucu kitabı olmuştur.
Dostoyevski’den Camus’ye kadar pek çok büyük yazar, bu eserin etkileyiciliği karşısında şapka çıkarmış ve kendi eserlerinde Hugo’nun açtığı bu yoldan ilerlemişlerdir. Hatta, Şeker Portakalı eserinde bile bu izi görürüz.

Hugo’nun bu eseri, modern “bilinç akışı” tekniğinin de erken ve başarılı örneklerinden biridir. Yazar, bizi bir dış gözlemci olarak değil, doğrudan mahkûmun zihninin içine yerleştirir. Olayları dışarıdan izlemeyiz; mahkûmun korkularını, hezeyanlarını, umut kırıntılarını ve fiziksel acılarını kendi içimizde hissederiz. Ünlü yazar, bu tekniği ileride Sefiller adlı baş yapıtında da parça parça kullanacaktır.
Bicêtre Hapishanesi: Umudun Tükendiği İlk Durak
Hikayemiz, Bicêtre Hapishanesi’nde, idam kararını bekleyen bir adamın hücresinde başlar. Mahkûm, beş hafta önce ölüm cezasına çarptırılmıştır ve o günden beri zihni tek bir düşünceyle meşguldür: Ölüm. Karar açıklanmadan önce hayatı, özgürlüğü, ışığı ve renkleri hisseden bu adam, artık kendini yaşayan bir ölü olarak görmektedir. “Ölüm mahkûmu” sıfatı, onun kimliğini, geçmişini ve geleceğini silip süpürmüştür. Hücresindeki soğuk taşlar, demir parmaklıklar ve gardiyanların donuk bakışları, ona her saniye sonunun yaklaştığını hatırlatır.
Bu bölümde, mahkûmun dış dünyadan kopuşunu ve kendi iç dünyasına, o karanlık kuyuya düşüşünü izleriz.
Mahkûm, hücresinde geçirdiği süre boyunca kağıt ve kalem isteyerek düşüncelerini yazmaya başlar. Bu yazılar, hem aklını koruma çabası hem de kendisinden sonra geleceklere ibret olma isteğidir. Bicêtre’deki diğer mahkûmların, yani kürek mahkûmlarının Toulon’a gönderilmek üzere zincirlenişini izlediği sahne, kitabın en çarpıcı bölümlerinden biridir. Mahkûm, bu insanların yaşadığı aşağılanmayı ve fiziksel acıyı gördüğünde, kendi kaderiyle kıyaslama yapar. Bir an için kürek mahkûmu olmayı, yani yaşamayı ama acı çekmeyi, ölüme tercih eder.
Ancak hemen sonra, o sefil hayatın da bir tür ölüm olduğunu düşünür. Bu gelgitler, insanın hayatta kalma içgüdüsü ile onurlu bir son isteği arasındaki çatışmayı gözler önüne serer.

Psikolojik İşkence ve Zaman Algısı
Romanın en vurucu yönü, fiziksel olaylardan çok zihinsel süreçlere odaklanmasıdır. Mahkûm için zaman kavramı tamamen değişmiştir. Dışarıdaki insanlar için aylar, yıllar ifade eden süreler, onun için saniyelere bölünmüştür. Her geçen dakika, onu giyotine bir adım daha yaklaştıran acımasız bir düşmandır. Hugo, burada zamanın göreceliğini Einstein’dan çok önce edebiyat yoluyla anlatır. Mahkûm, bazen kurtulacağına dair çocukça bir umuda kapılır; kralın onu affedeceğini, bir mucize olacağını hayal eder.
Bu umut anları, onu hayata bağlayan incecik ipliklerdir ama hemen ardından gelen gerçeklik dalgasıyla bu iplikler kopar ve daha derin bir umutsuzluğa düşer.
Mahkûmun zihni sürekli geçmişle bugün arasında gidip gelir. Özgür olduğu günleri, ailesini, kızını ve güneşli Paris sokaklarını hatırlar. Bu anılar, hücresinin karanlığıyla tezat oluşturarak acısını daha da artırır. “Hatırlamak, acı çekmektir” dercesine, geçmişin güzelliği şimdinin dehşetini büyütür. Gardiyanların ona bazen insanca bazen de bir eşya gibi davranması, ruh halindeki dalgalanmaları tetikler.
Bir İdam Mahkûmunun Son Günü: Geri Sayım

İdam günü yaklaştığında mahkûm, Bicêtre’den alınıp infazın gerçekleşeceği yere daha yakın olan Conciergerie Hapishanesi’ne nakledilir. Bu yolculuk sırasında Paris sokaklarını, günlük hayatına devam eden insanları görür. Herkes kendi derdinde, kendi neşesindedir; kimse birazdan bir insanın kafasının kesileceği gerçeğiyle ilgilenmemektedir. Bu umursamazlık, mahkûmu derinden yaralar. Toplum, onu zaten gözden çıkarmış, hatta unutmuştur.
Conciergerie’deki hücresinde geçirdiği son saatler, gerilimin zirveye ulaştığı anlardır. Artık kurtuluş umudu kalmamıştır, sadece “nasıl öleceği” ve “ne kadar acı çekeceği” korkusu vardır.
Burada mahkûmun, hücresini daha önce kullanmış diğer idamlıkların duvara kazıdığı yazıları okuduğu bölüm oldukça etkileyicidir. Kendinden önce aynı yoldan geçenlerin izleri, ona yalnız olmadığını hissettirse de, sonunun kaçınılmazlığını da yüzüne vurur. Bir rahip gelir, ona dua etmesi ve günah çıkarması gerektiğini söyler.
Ancak mahkûm, rahibin sözlerinde samimiyet bulamaz; rahip için bu sadece bir “iş”tir, rutin bir görevdir. Mahkûm, ruhani bir teselli ararken karşısında memur zihniyetli bir din adamı bulur. Bu durum, Hugo’nun kurumsal dine ve onun şekilci yapısına yönelttiği ince ama sert bir eleştiridir.
En Acı Buluşma: Küçük Marie’nin Ziyareti

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü romanının tartışmasız en yürek burkan sahnesi, mahkûmun küçük kızı Marie ile son kez görüştüğü andır. İdamına saatler kala, eşi ve annesiyle birlikte kızı hücresine getirilir. Mahkûm, bu anı hem büyük bir hasretle beklemiş hem de bu andan deli gibi korkmuştur. Kızını gördüğünde, içindeki tüm babalık duyguları kabarır; ona sarılmak, kokusunu içine çekmek ister. Ancak küçük Marie, babasını tanımaz. Onu “beyefendi” diye hitap ederek yabancı bir adam olarak görür. Babasının öldüğünü, bu adamın ise sadece bir yabancı olduğunu söyler.
Bu an, mahkûm için giyotinden daha keskin bir darbedir. Fiziksel olarak ölmeden önce, sosyal ve duygusal olarak ölmüştür. Kendi kızı tarafından unutulmak, babalık vasfının elinden alınması, ona verilebilecek en büyük cezadır. Marie’nin “Babam sakallı değildi, sen babam değilsin” deyişi, mahkûmun hapishane koşullarında nasıl değiştiğini ve tanınmaz hale geldiğini gösterir.
Hugo, bu sahneyle idam cezasının sadece suçluyu değil, onun ailesini, masum çocuklarını da nasıl cezalandırdığını ve geride kalanlarda nasıl onulmaz yaralar açtığını haykırır. Mahkûm, bu görüşmeden sonra artık yaşamak için hiçbir sebebi kalmadığını hisseder; kızı için o zaten çoktan ölmüştür.
Bu sahne, okuyucunun boğazına bir düğüm atar. Adalet sistemi, sadece bir suçluyu cezalandırmakla kalmaz, bir aileyi parçalar ve bir çocuğu travmatize eder. Mahkûmun, kızının geleceği için duyduğu endişe, kendi ölümü için duyduğu korkunun önüne geçer.

Greve Meydanı ve Kalabalığın Vahşeti
Bir idam mahkûmunun son günü bitmek üzeredir. Son yolculuk başlar. Mahkûm, elleri bağlı, saçları kesilmiş (giyotinin boynunu rahat kesebilmesi için) bir şekilde at arabasına bindirilir. Hedef, infazın gerçekleşeceği Greve Meydanı’dır (Place de Grève). Meydan, hınca hınç insan doludur. Kadınlar, erkekler, hatta çocuklar… Herkes, bir insanın ölümünü izlemek için festival havasında toplanmıştır.
Mahkûm, bu kalabalığa baktığında nefretle karışık bir acıma duyar. Bu insanlar kan görmeye gelmiştir; birinin acısı, diğerlerinin eğlencesi olmuştur. Hugo, burada “halk” kavramını ve kitle psikolojisini acımasızca eleştirir. Birey olarak merhametli olabilecek insanlar, kalabalıklaştıkça canavara dönüşmektedir.
Mahkûm, giyotine doğru yürürken hala son bir mucize, bir “Kral’dan af haberi” bekler. “Belki de yoldadır, belki de şimdi geliyordur” diye düşünür. Bu umut, celladın soğuk eli omzuna dokunana kadar devam eder. İnfaz anı, kitapta detaylı bir şekilde anlatılmaz; Hugo, bizi tam o son saniyede, mahkûmun zihninin sustuğu o anda bırakır. Romanın “Saat dört” diyerek bitmesi, zamanın dolduğunu ve artık sözün bittiğini gösterir.
Biz, o kalabalığın içinde değil, o kesilen başın içindeki son düşüncede asılı kalırız.
Bir İdam Mahkûmunun Son Günü Neden Okunmalı?
Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”, okuyup kapağını kapattığınızda sizi olduğunuz yerde bırakmayan, ruhunuzda derin izler bırakan bir eserdir. Bir insanın yaşama tutunma arzusunu, ölüm korkusunu ve toplumun acımasız adalet anlayışını iliklerinize kadar hissedersiniz. Hugo, isimsiz kahramanıyla aslında hepimizin içindeki o “yaşama hakkı“na dokunur. Suçu ne olursa olsun, bir insanın hayatına son vermenin, insanlık onuruyla bağdaşmadığını haykırır.
kariyeryol.com okurları olarak, bu kitabı listenize mutlaka eklemelisiniz. Çünkü bu eser, sadece edebi bir zevk değil, aynı zamanda bir vicdan eğitimidir. Kariyer hedeflerinizde ne kadar yükselirseniz yükselin, adalet duygunuzu, merhametinizi ve insan onuruna saygınızı kaybetmemeniz gerektiğini size her satırında hatırlatacaktır.
Belki bir gün, zor bir karar verirken veya birini yargılamak üzereyken, aklınıza bir idam mahkûmunun son günü ve Greve Meydanı’na giden o isimsiz mahkûm gelir. Ve belki de o an, Hugo’nun yüzyıllar öncesinden yaktığı o insanlık meşalesi, sizin de yolunuzu aydınlatır. Zamanımız varken, sevdiklerimizi tanımak, gökyüzüne bakmak ve özgürce nefes almanın kıymetini bilmek dileğiyle.